27 Aralık 2012 Perşembe

ODTÜ AÇILIMI...

Bir okuyucum  ''-Ayşe hanım yazılarınızda filmlerden örnek veriyorsunuz gerçek hayattan niye vermiyor sunuz ?''diye sormuş. Cevabı çok basit: ''-Gerçek yaşamdan örnek verebilmem için benim ve beni okuyanın tanıdığımız huyunu suyunu bildiğimiz insanları yani ortak dostlarımızı seçmem lazım, bunu yapmam çok zor ve de durum herkesin  farklı olan algısıyla da alakalı olduğundan dedikodu olur, bunu sevmem, Siyasetçileri eleştiremem veya övemem çünkü kişisel olarak tanıyor olmam lazım. Ama bu yazımda  mezunu olduğum üniversiteden ve bana verdiği perspektiften bahsetmeyi borç biliyorum.

Londra'da Hyde Park var ve bu parkta  Speakers Corner (konuşmacının köşesi) veya serbest kürsü diyeceğimiz bir alan var burada dileyen dilediğini haykırıyor. ODTÜ, Türkiye'nin  Speakers Corner'ıdır. Bir çok şeyi dile getirebilirsiniz
Yıl 1993 MM (Mühendislik Merkez Bina) veya ODTÜlünün deyimiyle Avarel'in önünde  arkadaşımla ders saatini beklerken bir gösteri olur. Dağcılık Klübünden bir öğrenci ''-Hocam spor salonundan  yapay tırmanma duvarını kaldırmak istiyorlar karşıyız  imza verin kalkmasın! der , yanımdaki arkadaşım kendisini tersler ''- Ben geçen hafta terkedildim, 2 dersten FF almak üzereyim benim derdim senden fazla, ben gösteri yapıp imza topluyor  muyum?'' diye çıkışır. Dağcı güler, -Peki Hocam" der.

Konya milletvekilliği yapmış o zamanın Refah Partili milletvekilinin isimdaşı yeğeni benim hazırlıktan sınıf arkadaşım yine ODTÜ'lü ve türbanlı bir kıza abayı yakar ; abayı yakmasında bir sorun yoktur amma velakin kızla kendisini tanıştırmam için bana baskı yapmaktadır. Fakat asıl sorun kızı her gün görmeme rağmen, benim de tanmıyor olmamdır. Kendisine ''- Senin bizzat gidip tanışman daha doğru olur. dediğimde ''-Ya Ayşe bu olmaz kız başı kapalı ve ahlaklı demiştir ve bu cevabın üstüne ''-   Biz başımız açık olduğundan ahlaksız mıyız?  bakış açını bu vesileyle öğrendiğim iyi oldu !  diye kendisine bağırdığımda; ''-Özür dilerim onu demek istemedim anla işte ben küçük bir kasabada büyüdüm bizim orada öyle düşünülür!'' demiştir. (yerleşik fikirler buna bir yazımda değineceğim). Bizim aşık oğlan bu arada benim verdiğim gazla kızın karşısına çıkmış kendisini beğendiğini ve niyetinin ciddi olduğunu söyleyerek türbanlı kızımızla tanışmış okul bitmeden nşanlanmışdır.
 
ODTÜ'de sol görüşlü ve de coşkun arkadaşlarımızın azıp arnavut kaldırımlı yolda kortej oluşturduğu  bir gün, ilk özel TV kanalımız o zamanki adıyla İnterstar'dan ünlü bir habercinin yemekhane arkasında çimlerde kameramanına: '' - Sen yere yat biraz debelen ben kameranın açısına girecek şekilde taş toprak atacağım! Bu arada arka fonda şu kortej görünsün!'' dediğini bizzat kulaklarımla duymasam  halen TV kanallarında ana haber bültenlerini tarafsız sanarak izleyebilirdim! ( Tarafsız olanı da vardır elbet ama ben artık temkinliyim.)
 
Ve Mikhail Gorbachev'un ODTÜ konferansından 4 saat önce aşırı solcu bir arkadaşım '' Bana bak züppe al arabanı kampusten git ortalık karışabilir:'' demişti sonra aynı zat-ı muhteremin Gorbi'nin kafasına yumurta fırlattığını arkadaşlardan duyduk. O gün gerçekten kampus karışmıştı, çünkü okulu olağan şartlarda koruyan jandarma asayişi polise devretmişti. Polis de acımamış copuna kuvvet bizimkilere saldırmıştı... Jandarm  komutanı ''-Durun vurmayın cop kullanmayın!'' diye baya yalvarmış ama sesini duyuramamış....
 
 Bakın bizimkiler diyorum aşıırı solcu bana züppe diyene de bizimkiler derim türbanlı kıza aşık sağcı ve başı açık her kadını ahlaksız zanneden de bizdendir çünkü hepimiz ODTÜlüyüz. aynı kampus içinde birbirimize sataştık laf dalaşına giriştik hatta bazen protesto gösterisi bile yaptık ama hiç fiziksel şiddet uygulamadık.

Yukarıda verdiğim örneklerin hepsi gerçektir ne kadar uçlarda olan siyasi fikirleri birbirinden apayrı insanlar bugün ODTÜ mezunu olmanın gururunu yaşıyorlar ve fikirleri tartışmaya her zaman açıklar.Eğer mutlak gerçeklere ulaşmak istiyorsanız, fikirleri tartışmaktan korkmayınız Ama işin içine şiddet, saldırı, darp ve de yerleşik fikirlere dayalı hakaret girmemeli! Zaten radikalleşenler ve işi şiddet boyutuna taşıyanlar çoğu zaman girdikleri Üniversiteden mezun olamıyorlar çünkü esas işleri olan diploma almak, mezun olmak hedefinden başka hedeflere doğru kayıyorlar. Ama eğer şiddeti yaratan polis ise durum devletin sorunudur demek ki polisin sorunları vardır.

F. Nietzsche der ki: '' Bir gencin ahlakını bozmak için ona kendisinden farklı düşünenlere değil, kendisi gibi düşünenlere değer vermesini söyleyn!'' Bu sözü pekiştirecek  bir film de tavsiye edeyim American History X. Irkçı bir gencin kendi yandaşları ve düşmanı olduğu zencilerle olan maceralarını konu alan bir film. Derek Vinyard ( Edward Norton) erkek kardeşi Danny'nin kendisi gib, radikalleşmemesi için çabalar sonu çok acı biten bir filmdir ve kendisi gibi ırkçı olan dostlarının değişen Derek'e karşı değişen tutumları çok dikkat çekicidir.


Kendiniz gibi düşünen insanlar çevrenizde çoğunluktaysa, bu büyük bir tehlikedir. Benim düşüncelerime ters beni çürütecek insanlar ancak beni geliştirebilir. Kimse ODTÜ'lüyü Ötekileştirmeye çalışmasın biz zaten kendi içimizde tüm ötekileri barındıran bir topluluğuz, tıpkı Türkiye mozaiği gibi... Ama bazen de sesimizi duyurmak isteriz; beklenen sadece kulak vermenizdir.
 

29 Kasım 2012 Perşembe

GALİP GELMEK, KAZANMAK, YENİLMEK

Birkaç gündür sosyal medyada dolaşan bir iddia var. İddiaya göre Tibetli bir din adamı NASA'ya gönderdiği mektupta: " Bu yıl 21 Aralık 2012 tarihinden itibaren dünyanın, Galaksinin Sıfır hattından geçeceğini ve bunun sonucu olarak  7 Şubat 2013 tarihine kadar dünyamızda tam karanlık, tam sessisliğin hakim olacağını bildirmiş. Mayaların takviminden de aynı tarihi bir dönemin sonu olacağını çıkartıyoruz, yani bazı şeyler değişebilir gibi görünüyor. Kimine göre kıyamet alameti kimine göre ise iletişimin boyutunun farklılaşacağı "Altın bir çağın" başlangıcı olabilirmiş... Bir aydan az bir zaman kaldı, hep beraber göreceğiz...
Özellikle metropollerde yaşayan bir çok insanın hayatı zaten The Truman Show'da (1998 yapımı güzel bir filmdir) Jim Carrey'den hallice geçiyor. Aynı saatte, aynı saatin aynı alarm sesiyle uyanıp, aynı malzemelerden oluşan kahvaltıyı yapıp, aynı araba veya  işyerinizin servisine binerek ( İnsanlar serviste bile aynı koltuklarda oturmayı tercih eder!) işinize gitmek aynı işleri tekrarlayarak geçirmekle sürer... Bu aynılıklar içinde işin en güzel yanı her gün herhalde aynı eş/sevgiliyi öpüp günün nasıl geçtiğine aldırmaksızın vakit geçirmektir; bilikte paylaşılan şeyler genelde aynı olsalar bile...Eşim/sevgilim yok diyenler de:  "Allahım bu aynı kader ne kadar daha aynen devam eder? şeklinde aynı  isyanlarda ve belki Fazıl Say'a inat arabesk dineleyerek belki de  aynı gün ve saatte Muhteşem Yüzyıl izleyerek aynen Jim Carrey'in Truman Burbank'ı olarak geçirmektedir. Hal böyleyken 21 Aralık'tan niye korkalım ki! Tibetli eğer haklıysa belki de Tanrı bize değişim için fırsat sunacak! Düşünsenize Şubat ayına kadar zifiri karanlıktayız iletişim araçları çalışmıyor! Ne oldu  biraz ürktünüz değil mi? Niye ürktünüz? Ürktünüz çünkü böyle bir döneme girersek kaybetmekten korkuyoruz Tüm aynılıklar bizim için adeta bir güvenli liman ve beyinleriimiz bizleri bu güvenli limanlar içinde galip gelmek için çabalamaya alıştırmış. Bizim gibi aynılıklar içinde yaşayanlarla hep beraber nasıl kazanabilirizi pek düşündürtmüyor egolarımız... Ancak, deprem gibi mesela, doğal felaketler karşısında beynimiz egolarımızı devre dışı bırakmaya progranlamış...
Eşinin seçimi olan kötü bir restorana davet edilen diğer eşin bütün gece  "dırdır" etmesi galip gelmeye odaklı egomuzun eseri (yemek berbat!, servis rezalet!, garson felaket!) oysa, kazanmaya odaklı akıllı davet edilen eş yorum yapmıyor hatta tüm olumsuzluklara  rağmen iyi gidenlere odaklanarak durumu övüyor. ABD'de araştırması yapılmış bu durumda sadece 20%lik bir azınlık kazanmaktan yana diğer 80% egosuna yenik kazanma hırsı ile tepki veriyor.
Tibetli haklı mı değil mi bir aya kadar öğreneceğiz ama dünyanın çeşitli sikluslar ile bazı evrelerden geçeceği de ve geçtiği de biliniyor yenilme korkumuzu bırakıp ama galip gelme tutkumuzdan da biraz feragat edersek belki de herkesin kazanacağı algılarımızın açılacağı muhteşem bir döneme gireriz kim bilir...

15 Kasım 2012 Perşembe

İK ALANINDA YÖNERGE VE YÖNETMELİK NASIL HAZIRLANIR?

İK departmanı olarak yapılanmaya başlamış ve yönerge ve yönetmeliklerinizi hazırlamak üzere yola çıktıysanız ve bu alanda profesyonel bir destek almadan bu işe soyunduysanız işte size bir kaç ipucu:
 
Kavramları ve iş akışlarını yazılı hale getirmek ''sözün uçtuğu, yazının ise kaldığı'' bir dünyada ilk adım olarak güzeldir, ancak yazıya döktüklerinizin güncel belge olarak yaşatılmaları gerekir. Buna hazır mısınız?
 
Kavram olarak yönerge, yönetmeliklerin ne anlama geldiği ile başlayalım:
 
  • Yönergeler kurum içerisinde uygulanan yöntem ve süreçlere yönelik ve bunlarla alakalı ilke ve kuralları tanımlarlar.
  • Yönetmelikler ise dış dünyanın da kurumla ilgili bilmesi gereken uygulamaların ilke ve kurallarını tanımlarlar.
  • Prosedürler ise bu yukarıdakileri detaylanması yani çıktıları, uygulayıcıları, uygulama adımlarını vs anlatırlar.
Bu yukarıdaki 3 dökümanlarda da sahip olması gereken ortak bilgiler aşağıdakilerden oluşturulabilir.
 
  1. Dökümanın (Yönerge, yönetmelik, prosedür) Adı: Konusuyla alakalı kısa özlü bir isimi olmalıdır.
  2. Dökümanın numarası: bu numara kitaplardaki malum ISBN numarası gibi adeta bir referans kodudur ve kodlamaların nasıl yapılacağı diğer birimlerin yönerge yönetmeliklerden hangi tanımlamalarla ayrıştırılacağı önceden belirlenmelidir.
  3. Dökümanın Sahibi Birim: Dökümanda anlatılan süreçlerin sahibi /uygulayıcısının hangi birim ve hangi müdür olduğunu gösterir.
  4. Dağıtım: Kullanım veya bilgi edinme amaçlı bu dökümana erişecek diğer birimleri gösterir.
  5. Onaylayan: Dökümanı onaylayacak olan üst makamı tanımlar. (Yönetim Kurulu, Mütevelli Heyeti, Başkanlık Divanı vb...)
  6. Yürürlük Tarihi: Onaydan sonra dökümanın ilk kez yayınlandığı yani geçerlilik kazandığı tarihtir.
  7. Güncelleme Tarihi: Önceden yürürlükte olan bir dokümanın gözden geçirilip gerekli değişiklikler yapıldıktan sonra onaylanarak, tekrar yayınlandığı en son tarihtir. 
Çalışanların özellikle parasal yardım içeren yönergelerde açık kapı bulup en fazla nasıl nemalanırımı sorgulayıp İK'ya ulaştıkları kalemdir. -Efenim Mehmet Bey 5000TL yardım almış bana niye 3500TL verildi vs gibi sorgu sual içeren serzenişlerde acar İK'cının Bakayım o hangi zaman diliminde bunu almış sen ne zaman almışsın diye durması gereken olay anıdır. :)
 
Yönergelerin sahibi genel olarak İK birimi olarak görünebilir ama yönetmelikler ve prosedürler mutlaka o işi gören uzman veya memura atanmalıdır ki değişikliklerin farkına hemen varılıp güncelleme yapılsın.
 
Çok ayrıntıya girmek istemiyorum ancak yönerge ve yönetmelik hazırlamak ilk kez bu işi yapacak kişi için yazarken içinde kaybolacağı bir hale de gelebilir.Eğer ilk kez yukarıda bahsettiğimiz dökümanları yaratacaksanız; 
önerim ilk olarak klasik usulle Türk kahvesi yapma veya çay yapma gibi gündelik hayattan bir süreci yazmaya başlayarak ilk deneyiminizi edinin :)

8 Ekim 2012 Pazartesi

PERYÖN İNSAN YÖNETİMİ KONGRESİ 2. GÜN

Kongrenin ikinci günü Sn. Kemal Kılıçdaroğlu'nun açılış konuşması ile başlayacaktı, ancak kendisi Suriye ile aramızda gelişen sıcak olaylar üzerine Ankara'da kalmayı tercih etmiş. Kendisini temsilen gönderdiği CHP Ankara milletvekili Sn. Aylin Coşkunoğlu Nazlıaka her ne kadar Kılıçdaroğlu'nun konu başlığından bağımsız bir konuşma yaptıysa da dinlemeye değerdi.
 
İkinci açılış konuşmacısı Prof. Dr. Remzi Sanver ise "Hür Masonluktan Yönetim Dersleri, Kurum Kültürü ve Liderliğe Bakış" isimli ilginç konu başlığı ile gayet dikkat çekiciydi. Zira Masonik örgütlenmenin de kendini son zamanlarda kısmen şeffaflaştırıyor olması benim dikkatimi çekti. Prof.Sanver'de 1961 yılında Fortune 500 sıralamasında olan şirketlerden çok azının günümüze kadar yaşayabildiğinden ve bu yaşam savaşında oyuncular, strateji ve davranışların yanı sıra yazılı kurallar ve enformal geleneklerin de büyük rol oynadığını anlattı. Müstakil bireysel amaçlar ve kurumsal amaçların her zaman örtüşmeyeceğini, amaçları denkleştirmek için kuralların iyi belirlenmesi gerektiğini vurguladı. Bir oyun teoricisi olarak daha sonra Mahkumlar Açmazı'ndan bahsetti ve burada en fazla yarar sağlamak için güven ve gelenek gibi enformel oluşumların kurumlar ve paydaşları arasındaki engelleri kaldırdığından bahsetti. Oyun teorisi de nedir yahu  diyenler için başlangıç olarak Russell Crowe'un başrol oynadığı A Beatiful Mind (Türkçesi Akıl Oyunları ismiyle vizyona girmiş, 2001 yılı yapımı) filmi tavsiye ederim. Filmde barda oturan güzel sarışın kızımızı gören Russell Crowe ve arkadaşları kıza kilitlenir. Bunun üzerine Crowe "If we all go for the blonde, we block each other and not a single one of us is going to get her. So then we go for her friends, but they will all give us the cold shoulder because nobody likes to be second choice. But what if no one goes to the blonde? We don't get in each other's way and we don't insult the other girls. That's the only way we win." düşüncesiyle kendine gelir işte oyun teorisinin de en özlü mantığı budur. Filme baktıktan sonra  Sanver hocanın Mahkumlar açmazını (Prisonners' Dilemma) googlelarsanız size çok şey ifade edecektir. :))
Prof. Sanver hoca daha sonra gelenek, aidiyet, güven, pozitif motivasyon, usta çırak ilişkisi, birlikte inşa etme, ritüel sembol ve metaforların bu enformal uygulamaların kurum kültürünü pekiştirdiğini ve ancak ''Yetiştirdiğiniz sizi aşan bir usta olursa siz de gerçek bir usta olursunuz." anlayışının hakim olması gerektiğini vurguladı. Karar verme mekanizması (agregasyon), meritokrasi ve eski yöneticilerin yönetim görevini bıraktıktan sonra topluluk içerisinde tekrar konumlanarak devam etme geleneğinin yerleştirilmesinin önemini dile getirerek sözlerine son verdi.
 
İkinci günün paralel oturumlarında en önemli ve bence zaman olarak malesef  sınırlandırıldığından sonlara doğru çıkan kurumlara biraz haksızlık ettiğimiz ve izleyenlerin acıkmasıyla homurdanmalara sebep olan İnsan Yönetimi Ödülleri almış firmaların sunumlarıydı. Keşke zaman daha uzun olsaydı ve katılımcılar sorular sorabilselerdi.
  • İşe Alım- DeFacto
  • Performans Yönetimi-Viko
  • Eğitim ve Geliştirme- Akbank ve Ford Otosan
  • Yetenek  Yönetimi- Garanti Bankası
  • İşveren Markası- Turkcell
  • Takdir Ödüllendirme-PepsiCo
  • Yenilikçilik Innovasyon-DeFacto
zamana karşı yarışarak, uygulamalarını anlatmaya çalıştılar. Ben sonrasında Maria Gardner'ın  Yetenek  Yönetimi sunumuna ve  "Erkek Egemen  Sektörde Kadın Yönetici Olmak" konulu panlede  Ahu Özyurt moderatörlüğünde Ahu Büyükkuşoğlu ve Sena Kaleli'yi dinledim. İtiraf edeyim, CHP-Bursa milletvekili Sn. Sena Kaleli'nin dobralığı ve sempatik yorumlarından çok etkilendim.
Son söz olarak Peryön alnının akıyla bir kongreyi daha başarı ile tamamladı, beni davet eden Başkan Yiğit Oğuz Duman ve Genel Sekreter Özlem Helvacı Kılıç'a teşekkür ederim.

6 Ekim 2012 Cumartesi

PERYÖN iNSAN YÖNETİMİ KONGRESİ 1. GÜN

 
 
 
Peryön tarafından düzenlenen ve bu sene 20.si gerçekleşen ''İnsan Yönetimi Kongresi,'' 4-5 Ekim tarihleri arasında, İstanbul Lütfi Kırdar Kongre Merkezinde başarılı bir organizasyon ile gerçekleşti.

İlk günün açılış konuşmacısı Avrupa Birliği Bakanımız, Sn. Egemen Bağış idi. Kendisi The Baruch  College of the City University of New York, İşletme fakültesinden İK alanında lisans derecesine sahip olması sebebi ile, katılımcılara kendisini yakın
hissettiğini belirterek sözlerine başladı. Katılımcıların sorunları hakkında fikir sahibi olduğunu Bakanlığında  %58 katılımla hanım çalışanlara pozitif ayrımcılık yaparak istihdam olanağı sağlandığını belirtti.
Avrupalı'nın önyargılarından kurtulduğunda AB sürecinde başarı sağlanacağını ve bu başarıyı görmek için kendisinin ve ekibinin sabrı ve kararlılığı olduğunu belirtti. İnsan Yönetiminin Gündem ve Geleceğinin tartışıldığı Avrupa'nın en büyük İK kongresinin yapıldığı İstanbul şehrinin bile Avrupalı tarafından Avrupa'nın en doğulu şehri olarak algılandığını, ve fakat Doğu açısından ise doğunun en batılı, en Avrupai şehri olarak betimlenmesinin bile tezat yaratmaması gerektiğine değindi.
 


Diğer açılış konuşmacısı TAV'ın CEO'su Sn.Sani Şener ise "Bilgi işçileri" olarak nitelendirdiği güünümüz İK'cılarına Sanayi devriminden başlayarak girişimci kuşakların neler yaptığını örneklendirdi ve TAV'ın ilk olarak AHL ihalesi ile başlayan serüvenindeki önemli kararlarla zamanı nasıl yakalamaya çalıştığını samimiyetle anlattı.
Başarılı olan insanların hayata esnek bakan, çalışkan ve kendisini yenileyen insanlar olduğunu vurgularken, bunun tam tersinin de başarılı olmak için yetmediğini dile getirdi.
Galip gelmek ve kazanmak arasındaki farklara da değinen Şener,
"Kariyerin her sabah yeniden başlayan bir olgu" olduğunun unutulmaması gerektiğinini ve lüks arttıkça mutluluğun azalacağına  örneklerle değindi ve sürdürülebilir bir başarı için mutlu olmanın gerekli olduğunu vurguladı. Ayrıca kendi çalışanlarını da A takımı, Altın yakalılar ve Apaçiler olarak gruplandırması gayet ilginçti.
 İlk gün içerisinde devam eden paralel oturumlarda, konuşmacılar ve İK profesyonelleri birbirinden ilginç konuları masaya yatırdılar.
 Ben sadece 3 tanesine katılabildim, notlarımı ve fikirleriimi ileriki zamanda paylaşacağım.




 
 

30 Ağustos 2012 Perşembe

HEDEFLER KOYMAK ÜZERİNE BİR YAZI...

Bu hafta büyük çocuğum 4 yaşına bastı... 
Ona benden ne istediğini sorduğumda:
- Beni uçağa bindirecek kadar paran var mı? diye sordu.
Bende birlikte uçağa binecek kadar param olduğunu ama onun uçağa
binmeyi hak edecek kadar uçaklarla ilgisi olup olmadığını önce
anlamamız gerektiğini söyledim.
-Anlat bakalım uçaklar hakkında neler bilyorsun?
-Uçakların evi, havaalanlarıdır. Uçaklar yerdeyken buna 
park pozisyonu denir.Uçağa binince kemer bağlarız. Uçak uçmadan
önce pist başına gelir, sonra çok hızlanır ve uçar.

-Peki uçaklar hakkında bilgin var, bir gün de internetten uçak 
ve havaalanı resimlerine bakarız. Tamam mı?

 -Uçağa bindiricek misin beni?

-Evet ama, zamanı ve nereye gideceğimizi babanla konuşmalıyız!
 
-Peki uzay gemisine beni bindirecek kadar paran var mı?
 
Bakışıyoruz :))))
..............
 
İçimden "Yok artık!" diyorum ve uzay gemileri hakkında bilgisinin
olup olmadığını sorgulamaya kalkışmıyorum benden çok daha bilgili çıkabilir!
 
 İtiraf  etmeliyim,  "pist başı", "park pozisyonu" gibi teknik kelime-
lerin arasında o malum anonsu da : ("cabin crew slide arm and
 crosscheck please!) söyler mi diye zaten diken diken oldum!

Bazı davranışlarıyla beni gerçekten çileden çıkartan miniğim bazen 
bazı söylemleriyle de "büyüyor herhalde" dedirtiyor. 
Okuma yazma bilmiyor,  yani tüm öğrenimeleri diğer yaşıtları gibi
 görsel ve duyarak... 
 
Okulda meğer bu hafta uçaklardan konuşmuşlar..
 
Bizimki de uçağa binme hedefini koymuş onu tutturursa, hedef büyütecek uzay gemisi....

Düşündürücü.. Bilgi kaynağına ulaşma konusunda elinin altında onca kaynak varken hazırlıksız gerekçesiz müdürüne çıkıp taleplerde 
bulunan memurları düşündürdü bana...
Talepleri dayanaksız olanve sadece yıllandım diye kendisini değer-
lenmiş sanan insanları düşündürdü bu diyalog nedense... 
İnsan büyüdükçe herhalde çocukluğun verdiği o araştırma ve merak içgüdüsü kayboluyor sanırım...

9 Ağustos 2012 Perşembe

VE NEVİN "YANIT" VERDİ 12 :58....

Haziran ayı sonunda, "Hedefe Kilitlen" başlığı ile milli atlet Nevin Yanıt"a ve hedefine inandığımı ve desteklediğimi yazmıştım. Nevin yanıltmadı önce  Helsinki'de Avrupa Şampiyonluğu ardından  Londra'da inandı, çaba  gösterdi ve olimpiyatlarda 12: 58 lik derecesi ile yeni Türkiye rekorunun sahibi olurken Kadınlar 100 metre engelli finalini 5. sırada tamamladı. NTV Spor'a verdiği demeçte Çabalayıp, istedim ve yüreğimi koydum diyerek hedefine ulaşacağına dair inancını anlattı. Olimpiyata katılan diğer sporcuların, "Üzerimizde baskı olmasa daha iyi performans gösterirdik!" söylemleri içinde ben bunları duymuyorum baskı beyinde oluşan bir şey ben bunları duymuyorum dedi.

Bakın burada anahtar kelime DUY-MU-YO-RUM'dur. Aynı olimpiyatlarda yüzme milli takımından genç bir kızımız (ismini vermemeyi tercih ettim.) TRT Spor'da muhabire "Daha bu sabah twitter'a baktım, Niye insanlar Olimpik yüzme takımındaki sporcularla uğraşıyorlar!" diyordu, gözleri yaşararak...

Bakın burada önemli 2 nokta var! Birincisi  sporcu olan bir insan yarışmasının olduğu gün twitter'la facebook'la, internetle,TV ile vesaireyle uğraşmaz! Uğraşmamalıdır, eğer uğraşmaya eğilimi varsa; onu birilerinin bu uğraşıdan vazgeçirmesi gerekir! Artık antrenörü mü dersiniz, yaşam koçu mu dersiniz veya olimpiyatlarda kıdemli başka bir sporcu mu bu misyonu üstleniyor bilmiyorum ama birisi 'Bugün herşeyi boş vereceksin yapacağın işle transa geçeceksin o kadar!' mottosunu sporcuya uygulatması gerekir... Bu da bir günde olmaz süreç işidir  bedeni ve zihni eğitmeyle olur...

 

İkincisi velevki yarışma öncesi bir olumsuz eleştri aldınız, siz bunu eleştri olarak algılamadığınız sürece o şey sadece laftır. Atatürk'ün cumhuriyetin ilanından sonraki yaşamına dair kitapları inceleyin, hepsi hitabet savaşlarıyla doludur. Hem de twitter cehennemindeki gibi ne idüğü belirsiz tiplerin değil cephede sağ kolu olmuş insanlarla gün gelmiş fikir ayrılıkları olmuştur. Veya yine spordan örnek vereyim  Oscar Pistorius adında  iki bacağı dizden aşağı olmayan Güney  Afrikalı atletin Atletizm Federasyonu IAAF'in 'Avantaj sağlayan herhangi bir ekipmana sahip bir sporcu olimpiyat oyunları'nda yarışamaz.' şeklinde uygulamaya koyduğu kurala CAS'daki (Court of Arbitration for Sport )  yaptığı savunma ve tekrar kendisine uygulanan yasağı kaldırtması örneği çok taze... ve Pistorius Londra'da finale kalamasada yarı finale kadar gelmeyi başardı.

Evet temelde yatan  duy-ma-mak! Eleştirileri yapan işin ehli ise tabi durum farklı! Zaten işin ehli olanda eleştirmek için değil, karşısındakini geliştirmek için çabalar. Ama sanırım biz Türklerin artık genetiğine kadar işlemiş bir eleştirme huyu var Derya Büyükuncu'ya kafayı taktılar...  Neymiş hiç olimpiyat derecesi olmamış peki bu düşünce yerine niye biz başka Derya'lar yetiştiremedik diye sormuyoruz?İbrahim Tatlıses'in ' Urfa'da Oxford vardı da biz mi okumadık! çıkışı gibi Yüzücü yetiştirmek için gerekli altyapı teknik, yönetsel destek vardı da mı başka yüzücü çıkartamadık? Hem de 3 tarafı sularla çevrili 2 yarımada olan bir ülkeden başka yüzücü mü çıkartamıyoruz ne hazin... Dopingli çıkan ama sonra cezasını çekip sporuna dönen onlarca insan varken Süreyya Ayhan'ı niye unuttuk niye onu da tekrar kazanıp faydalanmıyoruz?

Neyse sonuç olarak haksız olan eleştirilere kulak asmadan disiplinli olmak  işin özü!ve Nevin Yanıt şu ana kadar bunu çok iyi başardı. Akdeniz Oyunları'nda da bu rekoru tazeleyeceğine bu sistemli çalışmayla ve mütevazilikle giderse başarıcağına ben inanıyorum Türk atletizminde güzel bir ivme var 1500m'de yarın  Aslı Çakır ve Gamze Bulut ile ümitliyiz. Olimipiyatlar daha bitmedi işini disiplinle ve gönülden yapan tüm sporculara başarılar diliyorum.


27 Temmuz 2012 Cuma

DÜNYA NÜFUS GÜNÜ, İSTİHDAM VE GELECEK

Her yıl Temmuz ayının 11. Günü  “Dünya Nüfus Günü” olarak kutlanıyor. TÜİK’de Türkiye’nin Demografik yapısı ve Geleceği 2010-2050 raporunu kendi sitesinde yayınladı. Raporu merak edenler buradan okuyabilirler.

Ben yakın geçmişimize bir göz atıp, mevcut durum ve projeksiyonları kendi perspektifimden değerlendireceğim. Bunu yapmadan önce bahsedeceklerimin daha iyi anlaşılabilmesi için Demografik Geçiş modelinden bahsetmekte fayda var.
Demografik Geçiş modeli, ülkelerin yüksek ölüm ve doğum hızından, düşük ölüm ve doğum hızına tarım toplumundan endüstriyelleşme evresine geçişleri anlamak üzere, Amerikalı nüfus bilimci Warren Thompson’un, sanayileşmiş ülkelerdeki doğum ve ölüm oranlarındaki değişimi yorumlamasıyla ortaya çıkmış bir modeldir. Aşağıdaki gibi özetlenebilir:

Birincil safhada endüstrileşme öncesi dönemdeki toplumlara özgü dağılımı görürsünüz; yani: ölüm oranları ve doğum oranları yüksektir. Yüksek doğum oranı, aile planlaması yöntemlerinin pek benimsenmemesi, kalabalık aile kavramının toplumda değer olarak pozitif olumlanması, doğacak her çocuğun ailenin finansal geleceği açısından bir umut kaynağı olarak görülmesi gibi sebeplerle açıklanırken yüksek ölüm oranları ise uygun olmayan sağlık koşulları, tıbbi yardıma erişememe, kıtlık  v.b sebeplerle açıklanır.
Türkiye’nin birinci safhasına örnek Kurtuluş Savaşını takip eden ilk Cumhuriyet yıllarıdır. “10. Yıl Marşı’nda” da dile geldiği üzere “On yılda, onbeş milyon genç yarattık, her yaştan!” mısrası dikkat çekicidir. Yüksek ölüm oranında yukarıda saydığım yaşamı etkileyen olumsuz sebepler ve erkek nüfusunda savaşa katılmış olmanın getirdiği yıpranma payı göz ardı edilemez. Bu birinci dönem tek partili dönemin sonra ermesine kadar sürmüştür. Toplam doğurganlık hızı (yani bir kadının doğurabileceği ortalama canlı çocuk sayısı) 1950’li yıllarda azalmaya başlayıncaya kadar sürekli olarak 6,5 ile 7,0 çocuk arasında seyretmiştir. Bunu 1950lerde sürekli bir azalma takip edecektir bunda büyük kentlere göçün etkisi ve tarım toplumundan sanayileşmeye atılan adımlar etkili olabilir.

İkinci aşamada, sıhhileşme ve yeme-içmeye erişimde gelişme sonucu ölüm oranlarında düşme, yüksek doğum hızıyla birlikte, yeni doğan (0-1 yaş) ölümlerinde azalma ve beklenen ortalama ömürde artış gerçekleşir. Bu dönem 1950’li yılların ortasında başlayıp 1980’li yılların ortasına kadar sürer. Her ne kadar darbe ve muhtıralarla zaman zaman sekteye uğrasa da tek partiden,  çok partili döneme geçilmiştir.

Üçüncü safhada, doğum artış hızı süratle düşer; ölüm artış hızı da düşmektedir.  Yaşam süresi de artınca yaşlı ve devletin sunduğu sağlık hizmetlerine bağımlı kitle hızla büyümeye başlar. Nüfus artış hızı da azalır. Kentleşmenin artması ile kadın nüfusun iş gücü piyasasında yer alması adeta elzemleşir ve eski Türk filmlerinde: “Evinin kadını, çocuklarının anası olacaksın!” vaadiyle evlenilmeye ikna edilmeye çalışan kadın artık işe başlamıştır ama beşe, ona bölünerek evinin kadını ve çocuğunun anası olmaya da devam etmektedir. Kırsaldan kente göçmüş kadın içinse çocuk bakıcılığı ve gündelik temizlikçilik gibi yeni iş kolları doğmuştur.

Şu an Türkiye nüfusu üçüncü evreyi yaşıyor. Yani genç nüfusun toplam nüfus içindeki payı giderek düşerken, yaşlanan nüfusun payı giderek artacak: Yaşlanan nüfusun da beklenen yaşam süresi uzamakta olduğundan gevelemeden söyleyeyim. Bizim nesil belki çok hissetmeyecektir fakat, sonrakiler bunun sonucunu olumsuz yönde hissedeceklerdir.

Gelecek dönemde ne tür gelişmeler neler olabilir?


1.      Başbakanımızın 3 çocuk söylemi ışığında, TBMM’de evlenme ve çocuk yapmayı teşvik etmek için Bekarlık Vergisi kanun teklifi gündeme gelir mi?

Şaşılacak bir durum yok! 1920’lerden başlayarak 1944 yılına kadar defalarca bunun gerçekleşmesi için kanun teklifi zaten sunulmuş (nüfus artmasına rağmen! ) ve hatta teklifi  sunanlardan,  Yozgat milletvekili Süleyman  Sırrı Bey ‘Çok çocuklu fakir ailelere yardımda bulunmak için bekârlardan vergi alınmasını teklif ettim. Teklifim bekârları evlenmeğe mecbur etmek değil Sadece onları evlenmeye teşvik ve çok çocuklu ailelere belli ölçülerde de olsa destek olmaktır.”  demiştir. Bu yasa tasarısı kanunlaşmasa da 1949 yılında Gelirler Vergisi kanununun 90. Maddesine  “bekarlık zammı” adıyla güzelce eklenmiştir.

2.      Bireysel Emeklilik sistemini teşvik veya zorunlu kılmak çözüm olabilir mi?

Zorunlu kılmak biraz sert bir tedbir ama belki minimum katkı payı oranları arttırılarak veya kaçakları önlemek adına toplu halde biriken parayı çekmek veya sistemden erken çıkma opsiyonlarına sınırlama getirme şeklinde mi cereyan edecektir bilemiyoruz.

Bunlar benim aklıma ilk gelenler… Zaten hatırladığım kadarıyla Sosyal Güvenlik müşaviri Ali Tezel Bey açıklamıştı 2008’den sonra işe başlayanların (SGKlı)  emekli aylıkları 150-YTL civarı  olacakmış…

TÜİK’in verileri ışığında yapılan tahminlere göre “15-64 yaş arası grubun” 2041 yılında en yüksek değere ulaşıp düşme trendine gireceğidir. Ve  İstihdamdaki fırsatların devamı için dış göç imkanlarının mı sunulacağı henüz  belli değildir.

17 Temmuz 2012 Salı

İNSANIN KENDİSİYLE YÜZLEŞMESİ ÜZERİNE-2 (KARMAŞA İLE TANIŞMA)

Kevin Spacey’in, “Olağan Şüpheliler” filminde canlandırdığı "Verbal" karakteri, polis sorgusunda son altı haftasını anlatır. Filmin son beş dakikasını izlemezseniz, gerçekten  Verbal’ın  savunmasına inanabilirsiniz bile… Ama sonuç karakterin polise oynadığı bir akıl oyunundan ibarettir; yani neokorteks film boyunca profesyonelce konuşmuştur.

İnsanın birbiri ile etkileşim halinde iki zihni var: biri düşünen akılcı olan zihnimiz (neokorteks), diğeri ise hisseden yani duygusal olan zihnimiz (limbik sistem)…  Korku ve tehlike anında,  neokorteksi devre dışı da bırakabiliyoruz. Açlık, öfkelenme, haz duyulan faaliyetler, cinsel istek ve tutkuları besleyen duyguların hepsi limbik sistemimizle alakalı… Neokorteks ve limbik sistemin etkileşimi evrim açısından da önemli; çünkü  anne çocuk arasındaki bağın sebebini ve  aile birliğinin ve çocuk sahibi olma  kararının temelini oluşturuyor. Limbik sistemi olan ama neokorteksi olmayan sürüngenlerde mesela anne şefkati yok!  Oysa 30 yaşındaki oğlunun iş mülakatı için ona eşlik etmekte ısrarcı olan ve bunu başaran anne modeli ile eğer  İK’cı  henüz tanışmadıysa, bir gün mutlaka tanışacaktır. Şaşırmamak, olayı limbik sisteme bağlamak yerinde olacaktır… Çünkü duygusal beyin akılcı beyinden önce varolmuştur ve kadınların limbik sistemi erkeklere göre daha gelişkindir.

Limbik sistem öğrenir ve hatırlar. Mesela, İstiklal’de burnunuza bir kahve kokusu gelir kendinizi bir an 10 yıl önce gittiğiniz  Viyana’da Kaertner Caddesinde hissedersiniz.  Radyoda 30 yıl öncesinden bir Sezen  Aksu şarkısı  çalar, bir anda orta okul yıllarına dönersiniz…
Bazen de  limbik sisteme kendini tamamen teslim etmek tehlikelidir… İşyerinizin en karizmatik adamına, barda sarhoşken rastlarsınız  dans ediş tarzı ve insanlara asılmasına inanamazsınız… Bazen neokorteksi konuşturursunuz limbik sistemi boşvererek :


-Nasılsınız Hüseyin Bey?
-İyiyim siz?





Dün gazetede bir haber vardı üniversite sınavına giren her iki kişiden biri üniversiteli olacakmış çünkü, kontenjanlar 20% arttırılmış! Ne fayda? İsterse herkes üniversiteli olsun: insan mantığı ile, duyguları ile, yüzleşmedikten yeteneklerini ve özelliklerini keşfedip hayata atılmadıktan sonra ancak olsa olsa ortalama bir hayat yaşar ve teselliyi emekli olayım da Ege’de bir sahil kasabasına yerleşeyim gibisinden sığ bir hedefle sürdürür…

28 Haziran 2012 Perşembe

HEDEFE KİLİTLEN 12 : 59


Geçen hafta pazar günü, ben ve eşim olağan sahil yolu yürüyüşümüz sırasında Nike' ın milli atlet aynı zamanda Fenerbahçe sporcusu Nevin Yanıt için düzenlediği destek koşusuna kısmen katıldık. (İtiraf edeyim: 120m koşabildim...)

Nevin Yanıt, 2012 Londra Olimpiyatları'nda 12.59 koşarak, dereceye girmek istitor.  2 yıl önce antrenörümün telefon numarasının son 4 rakamı olan 1263'ü hedef almış öyleki; her yere '12.63' yazarak motive olmuş sonra birde bakmış ki,  birinci olduğunda scoreboard'da  12.63 yazıyor. Görünce çok şaşırmış.. "Kendime inanıyordum, ama derecemin 12.63 olması beni çok şaşırtmıştı" diyor.

 Olimpiyatlar öncesinde de Nike'ın bir projesi için gittiği Dubai'de kendisine tahsis edilen aracın plakasının sonu da 1259'muş.  "12.59 hedefi de oradan çıktmış. Şu anda her yere 12.59 yazdığını söylemeye gerek yoktur sanırım....

Hedefleri gerçekleştirmede hani her işletme kitabında yazan belirgin, ölçülebilir,ulaşılabilir, makul mantıklı ve zaman kısıtlı olma durumunun hepsi bu örnekte var.  Nevin Yanıt'a önümüzdeki hafta bol şans diliyorum.... Koş Nevin Koş....

19 Haziran 2012 Salı

İNSANIN KENDİSİYLE YÜZLEŞMESİ ÜZERİNE -1

Bu ay hedeflerden bahsedecektim ama son anda yüzleşme konusu ile   farkındalık  ile başlayan seriyi sonlandırsam daha iyi olur diye düşündüm…
Bu yaz sonu  4 yaşına basacak olan büyük çocuğum bana bu yazıyı yazma ilhamını verdi. Geçen gün salonda ben gazete okurken “- Anne sen kendini seviyor musun?” diye sordu….
“-Evet seviyorum” dedim gülerek “Peki ya sen aşkım?”
“-Ben seni seviyorum,  babamı seviyorum, kardeşimi seviyorum, ablamı (bakıcımız)seviyorum, öğretmenimi, arkadaşlarımı ve tabii kendimi seviyorum.” diye cevap verdi…
İnsanın kendisini sevmesi çok önemlidir. Rahmetli hocam Üzeyir Garih beyfendinin “Her insan arsızdır, her insan yüzsüzdür, her insan utangaçtır, her insan saldırgandır, her insan sevgi doludur ama her insan nefret doludur kısaca her insan her şeydir…” lafı halen kulaklarımda… İnsan her şeydir matematikçi olarak ifade edersem insan içinde sonsuz değişkeni olan bir fonksiyondur, tanımaya bir ömür yetmez…
İnsan kendisini korkularıyla yüzleştikçe tanıyor sanırım bazen kendisinden nefret de edebiliyor.  Nefret ne kadar gerçektir taklidi olmaz. Sevgi ise aksine taklidi mümkündür iş yerinde müdürünü belki sevmez adam ama dalkavuklukta birincidir, eşini sever gibi görünür ama belki de aldatıyordur.. Ne komiktir şu sevme işi…
Gazetelerin iç sayfalarında rastlanır o haberlere.." kıskançlık cinayeti karısını veya çocuğunu bıçaklayarak öldürdü falan diye…" Eee ne oldu bizim sevgi ? Nefrete dönüştü… Diyorum ya nefret gerçektir sevgi bazen  yanılsama…
Belkide o nedenledir ki ;  RTÜK TV’ lerde silahı, bıçağı kavgayı çiçek figürleriyle veya bulanık ekran görüntüsüyle  sansürlemez, zira günah keçisi sigara olmuştur… Aman sigara taraftarı sanmayın beni ! Ama  sokakta, parkta, cafede elinde sigara tutan birisini mi yoksa silah tutan birisini mi görseniz kaçarsınız? siz karar verin … J
“İnsanın hayatta yaptığı en kolay şey nedir?” sorusunun cevabı bana göre başkalarını eleştirmektir. Değiştiremediği her kişi ve durumu eleştirir. Oysa kendisiyle yüzleşebilen insan dingindir. Kendini ve değişimi yönetebilir yüzleşen insanın öz saygısı vardır. Kendisini sevebilen insanların bu hayatta kendilerini gerçekleştirebildiklerine inanıyorum.
Ha bu arada benim 4 yaşındaki sıpamın en çok kendisine    çikolata /şeker  getireni sevdiğine eminim J ama umuyorum ki kendisine duyduğu sevgi gerçektir ve ben annesi olarak biliyorum ki “Sevgi bilmekten doğar!” (Mevlana)

25 Mayıs 2012 Cuma

KİŞİSEL BÜTÜNLÜK (INTEGRITY) NEDİR?

Geçen hafta Cuma günü çalışma masamda oturmuş yeni tasarladığım eğitim için kaynaklarımı incelerken, dışarıdan gelen yüksek ses, dikkatimi dağıttı. Sanki “sela” veriliyordu. Küçük yerlerde yaşamış olanlar bilir, ölüm haberini herkese bildirmek için önce sela verilir; ardından şu aileden şu kişi vefat etmiştir cenazesi şu zaman şuradan kalkacaktır diye de anons geçilir.

İstanbul’da pek alışık olmadığım bu ses de zaten bir panelvan minübüsün  radyosundan geliyordu... Ama radyonun sesi o kadar açıktı ki, zihnimi küçük bir kasaba ortamına taşımaya yetti.

Keşke kameram olsa ve ben bu gerçek anıyı görüntüleseydim. Minibüsün şöförü güçlükle sokağa aracını park ederken karşı kaldırıma hatalı bir şekilde arabasını park etmiş olan sürücüye, geçmişini ve ailesini kapsayan ağza alınmayacak küfürler yağdırıyordu. Evet kızmıştı ve haklıydı ama mağduriyetini ifade ediş tarzı radyoda sela ardından okunmaya başlayan Kuran ile bütünleşince hiç tanımadığım bu adamın kişisel bütünlüğü hakkında ilk intibamı şöyle oluşturdu : özünü bilemem ancak görünmek istediği kendisi ve davranışları birbiri ile örtüşmüyor.

Kişisel bütünlük her şeyin ötesinde TUTARLILIKTIR, özünüzün sözünüzün ve davranışınızın ve düşünceleriniz tutarlılığıdır.

Matematikte bir teoremin bir küme içerisinde geçerli olduğunu kanıtlamanız için o kümeyi oluşturan tüm elemanlarda geçerli olduğunu kanıtlarsınız ama eğer geçersiz olduğunu gösterecekseniz sadece 1 tane nümerik örnekle ispat yeterlidir.

Maalesef insanlarla ilgili durumlarda durum bu kadar kolay olamıyor :)

Kişisel bütünlük iş yaşamında açıklık ve dürüstlükle başlar. Şirket değerleri ve inançlarla tutarlı olarak gelişir. Kişinin özellikle de yöneticilerin düşünce ve davranışlarındaki tutarlılık diğer çalışanlara karşı tutarlı ve adil olmalarına sebep olur. Kişisel bütünlüğü olan bir yönetici fikirlerinin arkasında sağlam durur, ancak atladığı bir noksan veya yanlışı varsa hata yaptığını açıkça kabul eder ve düzeltir.

Eğer hangi konuda olursa olsun kendi gerçeğimizden uzaklaşırsak hayatı "mış" gibi yaşarız. Bu arada yaşadığım bu olay beni bir anda aldı Sean Penn’in “21 Gram” isimli filmine götürdü…

10 Mayıs 2012 Perşembe

DIVERSITY FARKLILIK MI, ÇEŞİTLİLİK MİDİR?

İK UZMANININ TEMEL YETKİNLLİKLERİ NELERDİR? yazımda son madde olarak “İşgücünde Çeşitliliğe Saygı” demiştim. Bir dostum uyardı literatürde farklılık deniyor dedi… Bende bunun üzerine biraz araştırdım paylaşmak isterim:
·         ODTÜ Endüstri Mühendisliği mezunu sn. B.Akın (76)’ın dediğine göre 2000 yılında KALDER’in ana sorumluğunda düzenlenen EFQM yıllık kongresinde diversity = farklılık karşılığı benimsenmiş. (Kaynak: http://sistem.ie.metu.edu.tr/diversity.htm)

·         Koç Grubunun 2010 faaliyet raporunda bir paragrafta çeşitlilik denilirken:
İkinci ödülünü ise dünyadaki tüm Ford fabrikaları arasında düzenlenen 2010 Kurumsal Alanda Çeşitliliğe Açıklık Zirvesi'nde (2010 Corporate Diversity and Inclusion Summit), İşgücünde Çeşitlilikle Artan Verim (Leveraging Diverse Workforce) dalında katılan 500 proje arasından seçilerek almıştır.

diğer bir paragrafta farklılık denilmiş…

… Engelleri Kaldıralım" projesi ile iki ödül almıştır. Proje, ilk olarak Ford Avrupa tarafından Avrupa'daki tüm Ford fabrikaları arasında 10 yıldır düzenlenen CLAD (Chairman's Leadership Award for Diversity/Başkan'ın Farklılık Yaratmada Liderlik Ödülü) organizasyonunda "İşgücündeki Farklılıkların Değerlendirilmesi" (Valuing a Diverse Workforce) ödülüne layık bulunmuştur.
( Kanyak : http://onlinereport2010.koc.com.tr/otomotiv/ford-otosan/)

Akademik makalelerde ise farklılık   kelimesi tercih edilmiş örneğin

·         Türkiye’de Farklılıkların Yönetimi: Türk ve Yabancı Ortaklı Şirket Örnekleri
 (www.sosyalbil.selcuk.edu.tr/.../ÖZKAYA,%20MELTEM%20VD..pdf)

·                    İşletmelerin Farklılıkların Yönetimi AnlayışınaYaklaşım Tarzlarının Saptanmasına Yönelik Bir Araştırma (http://www.sbe.deu.edu.tr/dergi/cilt10.say%C4%B14/10.4%20s%C3%BCrgevil%20budak.pdf)

Sonunda İngilizce sözlüğe baktım çünkü farklılık difference kelimesine daha uygun diye halen düşünmekteyim
Different means not like. Diverse means with many variations. diyor.
Sanırım olay bakış açımızla alakalı… Aklıma bir çok örnek geliyor ama bunları izninizle kendime saklayacağımJ İK alanında ötekileştirmemek adına belki çeşitlilik daha hoş durur diye düşünmekteyim, bu konuda düşüncesi olanlar benimle paylaşırsa çok sevinirim…