Sokağa çıkma yasağının geldiği hafta sonlarında haberlerde üstüne basa basa ''Fırınlar ve eczaneler açık olacak!'' denildi. Fırınlar açık! Fırınlar açık! Hatta cümlede baş rolde, eczaneden önce söyleniyor... Fırınlar açık! Niye dersiniz? Ekmek Türk insanının katığı olmuştur ve kıtlığı çok çekilmiştir de ondan.
Ekmek önemlidir. ''eli ekmek tutuyor” deriz mesela, ''ekmeğini taştan çıkarıyor'' deriz, ''ekmek aslanın ağzında'' deriz. Şimdi bir an düşünün 3TL’ye aldığınız bir ekmeğin ansızın 30-TL olduğunu! İşte İstanbul’da o 1919’da tam da bu oldu! 1,75- kuruş olan un, ansızın 20-kuruş oldu. Neden mi? Geçen yazımda anlattığım 1. Dünya Savaşı sonlarına doğru Ruslar Zonguldak’taki kömür madenlerini bombalamıştı! Kömür olmayınca trenler, gemiler çok kısıtlı çalıştı. Un ülkede değişik şehirlerde olsa da İstanbul’a çok zor ulaşıyordu. İstanbul içi vapur seferleri durdu çünkü kömür yoktu! Değirmenler çalışamadı çünkü kömür yoktu! Trenler İstanbul'a erzak taşıyamadılar çünkü kömür yoktu! İnsanlar işe gidemedi. Gece şehir aydınlatması çok zayıftı. Bu durumdan kendine vazife çıkartan bazı tüccarlar memnundu, karaborsa vardı. Ancak ekseri çoğunluk hastalık ve kıtlık çekmekteydi. Değişik unlardan yapılmış ekmekler üretildi ve vesika ile dağıtıldı. Onlara ''Vesika ekmeği'' denirdi ve bir çok kaynakta tadının çamur gibi olduğu yazar. Has undan yapılan ekmek ise çok az bulunur ve adına francala denirdi.
Kaynak : İstanbul ve Diğer Kentlerde 500 yıllık Fiyatlar ve Üretim, Şevket PAMUK, DİE Yayınları (TÜİK)
Bir önceki yazımda H1N1'in atası olan 1918 salgının ilk ABD'de başladığını ve sonrasında Avrupa'ya Fransa limanları vasıtası ile girip yayıldığını anlatmıştım. 1918 Mart ve Ağustos ayları arasında ılımlı bir yayılma görünürken esas 2. dalga yani 1918 yılının Eylül ve Aralık aylarında gerçekleşen şiddetli yayılma ile daha da fazlalaşıyor ve İstanbul'da da ölümlerin artmasına yol açıyor. Son artık artçı diyeceğimiz dalgalanma ise 1919 yılı Ocak-Mayıs aylarında gerçekleşiyor. Yani Atatürk tam da o zamanlarda Şişli Halaslargazi Caddesi No: 140’daki evinden çıkıp Bandırma Vapuru’da biniyordu...
Hani okulda tahtanın üzerinde Gençliğe Hitabe’de yazar “Bir gün, İstiklâl ve Cumhuriyeti müdafaa mecburiyetine düşersen, vazifeye atılmak için, içinde bulunacağın vaziyetin imkân ve şerâitini düşünmeyeceksin! Bu imkân ve şerâit, çok nâmüsait bir mahiyette tezahür edebilir.” İşte İstanbul insanının 101 yıl önce içinde bulunduğu VAZİYET tam da budur. Tarihçi olmadığım için bu vaziyetin anlattıklarımdan eksiği değil ancak fazlası olur. İşte öyle bir vaziyettir ki, Fikret Mualla, okuldan eve getirdiği İspanyol Gribi ile annesinin vefat sebebi olur. Bu kayıp onu bir ömür etkileyecektir. İşte bu vaziyet sebebi ile Nazım Hikmet şu dizeleri kaleme alır:
Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz:
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
Vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi
bir de İttihatçılar, bir de uzun konçlu Alman çizmesi
914’ten 918’e kadar yedi bitirdi bizi."
İşte bu şartlar altında Samsun'a çıkılır. Topyekün bir seferberlik ve yokluk ile Türkiye Cumhuriyeti kurulur. İleri gelen münevverler o nedenle ülkede cumhuriyet rejimini benimser ve üretmek gerektiğini, ülkenin kendi başına ayakta kalmasının ancak bu şekilde olabileceğinin bilincindedirler. O nedenle o kadar kısa zamanda aşağıdaki fabrikalar açılır. Kendin üreteceksin, başkasına muhtaç olmadan. Mikro ölçekte tıpkı şu anki biz İstanbullular'ın yaptığı gibi... Kendi ekmeğini, pidesini, lahmacununu, dönerini kendi mutfağında üretme yollarını araması gibi! Yatırım maliyetleri ve ucuz işçilik sebebi ile üretimler Çin gibi ucuza mal edilen coğrafyalara kaymış olsa da önümüzdeki dönemde bazı üretim faaliyetleri olası pandemi tehlikelerine karşı tekrar anavatanlarına döner mi göreceğiz. Bazı ürünlerin ülke içi üretimi, veya tarımsal bazı faaliyetlere devletler belki daha çok destek verecek. Örneğin Sümerbank açık kalsa idi, bu maske kodu geldi gelmedi sohbeti sosyal medyaya belki düşmezdi bile mesela :) Biz bize yeteriz nasıl mı üreterek, ihracat fazlası vermeyi hedefleyerek!