Her yıl Temmuz ayının 11. Günü “Dünya Nüfus Günü” olarak kutlanıyor. TÜİK’de Türkiye’nin Demografik yapısı ve Geleceği 2010-2050 raporunu kendi sitesinde yayınladı. Raporu merak edenler buradan okuyabilirler.
Ben yakın geçmişimize bir göz atıp, mevcut durum ve projeksiyonları kendi perspektifimden değerlendireceğim. Bunu yapmadan önce bahsedeceklerimin daha iyi anlaşılabilmesi için Demografik Geçiş modelinden bahsetmekte fayda var.
Demografik Geçiş modeli, ülkelerin yüksek ölüm ve doğum hızından, düşük ölüm ve doğum hızına tarım toplumundan endüstriyelleşme evresine geçişleri anlamak üzere, Amerikalı nüfus bilimci Warren Thompson’un, sanayileşmiş ülkelerdeki doğum ve ölüm oranlarındaki değişimi yorumlamasıyla ortaya çıkmış bir modeldir. Aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Birincil safhada endüstrileşme öncesi dönemdeki toplumlara özgü dağılımı görürsünüz; yani: ölüm oranları ve doğum oranları yüksektir. Yüksek doğum oranı, aile planlaması yöntemlerinin pek benimsenmemesi, kalabalık aile kavramının toplumda değer olarak pozitif olumlanması, doğacak her çocuğun ailenin finansal geleceği açısından bir umut kaynağı olarak görülmesi gibi sebeplerle açıklanırken yüksek ölüm oranları ise uygun olmayan sağlık koşulları, tıbbi yardıma erişememe, kıtlık v.b sebeplerle açıklanır.
Türkiye’nin birinci safhasına örnek Kurtuluş Savaşını takip eden ilk Cumhuriyet yıllarıdır. “10. Yıl Marşı’nda” da dile geldiği üzere “On yılda, onbeş milyon genç yarattık, her yaştan!” mısrası dikkat çekicidir. Yüksek ölüm oranında yukarıda saydığım yaşamı etkileyen olumsuz sebepler ve erkek nüfusunda savaşa katılmış olmanın getirdiği yıpranma payı göz ardı edilemez. Bu birinci dönem tek partili dönemin sonra ermesine kadar sürmüştür. Toplam doğurganlık hızı (yani bir kadının doğurabileceği ortalama canlı çocuk sayısı) 1950’li yıllarda azalmaya başlayıncaya kadar sürekli olarak 6,5 ile 7,0 çocuk arasında seyretmiştir. Bunu 1950lerde sürekli bir azalma takip edecektir bunda büyük kentlere göçün etkisi ve tarım toplumundan sanayileşmeye atılan adımlar etkili olabilir.
İkinci aşamada, sıhhileşme ve yeme-içmeye erişimde gelişme sonucu ölüm oranlarında düşme, yüksek doğum hızıyla birlikte, yeni doğan (0-1 yaş) ölümlerinde azalma ve beklenen ortalama ömürde artış gerçekleşir. Bu dönem 1950’li yılların ortasında başlayıp 1980’li yılların ortasına kadar sürer. Her ne kadar darbe ve muhtıralarla zaman zaman sekteye uğrasa da tek partiden, çok partili döneme geçilmiştir.
Üçüncü safhada, doğum artış hızı süratle düşer; ölüm artış hızı da düşmektedir. Yaşam süresi de artınca yaşlı ve devletin sunduğu sağlık hizmetlerine bağımlı kitle hızla büyümeye başlar. Nüfus artış hızı da azalır. Kentleşmenin artması ile kadın nüfusun iş gücü piyasasında yer alması adeta elzemleşir ve eski Türk filmlerinde: “Evinin kadını, çocuklarının anası olacaksın!” vaadiyle evlenilmeye ikna edilmeye çalışan kadın artık işe başlamıştır ama beşe, ona bölünerek evinin kadını ve çocuğunun anası olmaya da devam etmektedir. Kırsaldan kente göçmüş kadın içinse çocuk bakıcılığı ve gündelik temizlikçilik gibi yeni iş kolları doğmuştur.
Şu an Türkiye nüfusu üçüncü evreyi yaşıyor. Yani genç nüfusun toplam nüfus içindeki payı giderek düşerken, yaşlanan nüfusun payı giderek artacak: Yaşlanan nüfusun da beklenen yaşam süresi uzamakta olduğundan gevelemeden söyleyeyim. Bizim nesil belki çok hissetmeyecektir fakat, sonrakiler bunun sonucunu olumsuz yönde hissedeceklerdir.
Gelecek dönemde ne tür gelişmeler neler olabilir?
1. Başbakanımızın 3 çocuk söylemi ışığında, TBMM’de evlenme ve çocuk yapmayı teşvik etmek için Bekarlık Vergisi kanun teklifi gündeme gelir mi?
Şaşılacak bir durum yok! 1920’lerden başlayarak 1944 yılına kadar defalarca bunun gerçekleşmesi için kanun teklifi zaten sunulmuş (nüfus artmasına rağmen! ) ve hatta teklifi sunanlardan, Yozgat milletvekili Süleyman Sırrı Bey ‘Çok çocuklu fakir ailelere yardımda bulunmak için bekârlardan vergi alınmasını teklif ettim. Teklifim bekârları evlenmeğe mecbur etmek değil Sadece onları evlenmeye teşvik ve çok çocuklu ailelere belli ölçülerde de olsa destek olmaktır.” demiştir. Bu yasa tasarısı kanunlaşmasa da 1949 yılında Gelirler Vergisi kanununun 90. Maddesine “bekarlık zammı” adıyla güzelce eklenmiştir.
2. Bireysel Emeklilik sistemini teşvik veya zorunlu kılmak çözüm olabilir mi?
Zorunlu kılmak biraz sert bir tedbir ama belki minimum katkı payı oranları arttırılarak veya kaçakları önlemek adına toplu halde biriken parayı çekmek veya sistemden erken çıkma opsiyonlarına sınırlama getirme şeklinde mi cereyan edecektir bilemiyoruz.
Bunlar benim aklıma ilk gelenler… Zaten hatırladığım kadarıyla Sosyal Güvenlik müşaviri Ali Tezel Bey açıklamıştı 2008’den sonra işe başlayanların (SGKlı) emekli aylıkları 150-YTL civarı olacakmış…
TÜİK’in verileri ışığında yapılan tahminlere göre “15-64 yaş arası grubun” 2041 yılında en yüksek değere ulaşıp düşme trendine gireceğidir. Ve İstihdamdaki fırsatların devamı için dış göç imkanlarının mı sunulacağı henüz belli değildir.